İLESAM CUMARTESİ SOHBETLERİ ve ŞİİR DİNLETİSİ (9 Aralık 2017)
“Osmanlı Hâkimiyet Düşüncesinin Fikrî Arka Planı”
Edebiyatın, sanatın, kültürün ve aktüel konuların konuşulduğu, şiirlerin okunduğu etkinliklerine devam eden Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin Cumartesi toplantılarından biri daha 9 Aralık 2017 tarihinde İLESAM Kültür Evinde gerçekleştirildi.
İLESAM Genel Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız'ın yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan program, Prof. Dr. Mustafa Alkan'ın “Osmanlı Hâkimiyet Düşüncesinin Fikrî Arka Planı”konusunu anlatması ile devam etti.
Sayın Prof. Dr. Mustafa Alkan'ın konuşma metnini bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyor ve metni sizlere aktarıyoruz:
Osmanlı Devleti bir uç beyliği olarak doğmuş, gaza ve cihat ideolojisi ile kısa zamanda gelişerek önce beylik, sonra devlet ve daha sonra imparatorluk karakteri kazanmıştır. Bunda Osmanlıların uyguladıkları dinî hoşgörü, himaye duygusu, harp yasası ve adalet anlayışları, onların Anadolu ve Rumeli’de büyümelerini sağlamıştır. Bu siyasî bütünleşmeler, Osmanlı Devletini âlem şümul bir karakter kazanmıştır. Daha farklı bir söyleyişle, Osmanlı Devletinin büyüme siyaseti Rumeli’de fetih, Anadolu’da iltihak karakteri taşımıştır. Bu siyaset Osmanlıların, batıda Orta Avrupa’ya, güneyde Atlantik ve Hint Okyanusuna, doğuda İran içlerine ve Kuzeyde Kıpçak bozkırlarına kadar genişlemesini sağlamıştır. Bu büyük coğrafya içinde değişik inançlar, kültürler, diller, sosyal ve siyasî topluluklar padişahın sahsında kendi temsillerini bulmuşlardır. XVI. asrın sonlarında ise, üç kıtaya hâkim, Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hazar havzasında “Osmanlı Barışı” (Pax-Ottoman)’nın müessisi, içinde yirmiyi aşkın ulusu (anâsır) barındıran âlemşümul bir imparatorluğa ulaşmıştır. Devlet-i ‘Aliyye bu yeni statüsünü XX. asrın ilk çeyreğine kadar sürdürmeyi başarmıştır. Bu siyasî istikrarın arka planında hiç şüphesiz Devlet-i ‘Aliyye’nin hâkimiyet anlayışının, idarî kabiliyetinin ve kurumsal yapısının olduğunu belirtmek gerekir.
OSMANLI HÂKİMİYETİNİN KAYNAKLARI
Hâkimiyet, gücün meşru bir biçimde kullanılmasıdır. Meşruîyet topluluklarına göre değişik olmakla birlikte, kaynağını esas alarak Max Weber, hâkimiyetleri; karizmatik, gelenekçi ve rasyonel (=yasal) olmak üzere üç kısımda ele almıştır. Bu üç hâkimiyet şekli biri birine takip eden gelişmeler değildir. Karizmatik hâkimiyet anlayışı modern çağ öncesinde yaygın, gelenekçi hâkimiyet anlayışı modern dönem de dâhil olmak üzere hemen her devirde görülmektedir. Rasyonel hâkimiyet ise, daha çok modern çağın bir özelliğidir.
Türk siyasî hayatında -hatta aynı hanedanın hâkimiyeti süresi içinde- söz konusu her üç telâkkiyi de görmek mümkündür. Osmanlı Devleti’nin son hükümdarlarından olan Sultan II. Abdülhamid’in siyasî hayatında, söz konusu her üç anlayış da yaşanmıştır. Sultan Abdülhamid, Osmanlı geleneği gereği tahta otursa da, kısa zamanda karizmatik şahsiyetiyle ön plana çıkmıştır. Nihâyet onun hükümranlığının çerçevesi Meşrutiyet Anayasaları (rasyonel) ile belirlenmiştir. Osmanlı hâkimiyetinin anlayışının temelinde; Türk-Moğol geleneğini, İslâm hâkimiyet geleneğini ve Roma/ Bizans hâkimiyet gelenekleri vardır. Bu geleneklerin içinde ayrıca Çin, Hint ve İran’ın izlerini de aramak lazımdır.
İslâmdan önce Türk devletlerinde hükümranlığın karizmatik anlayışa dayandığı kabul edilmektedir. Eski Türklerde her şey gelenekler çerçevesinde sürmüştür. Bu hâkimiyet anlayışında, İslâmdan önce ve sonra şeklî olarak bir takım değişimler olsa da telâkkînin özü, modern döneme kadar sürmüştür. Buna göre öz, hâkimiyetin kaynağının Tanrı vergisine (=ilahî kaynağa) dayanmasıdır. Tanrı hâkimiyetini doğrudan doğruya icra etmez, bir vasıta ile kullanır. Bu vasıta İslâmdan önce Türk hükümdarı, İslâmdan sonra halîfedir. Daha açık bir ifade ile Türk hükümdarına devleti idare etme kudret ve yetkisi Tanrı tarafından verilmekte, yâni Türk hükümdarı kendisini Tanrı tarafından seçilmiş ve bazı olağanüstü güç ve yeteneklerle donatılmış bir kişi olarak görmektedir.
Türk tarihinde kaynaklara yansımış ilk karizmatik lider, destan kahramanı Oğuz Han’dır. Destana göre, Oğuz Han hem karizmatik kişiliğini hem de hâkimiyetini ilâhi bir lütuf olarak Tanrı’dan almıştır. Oğuz Han’ın hâkimiyetinin kaynağı, cesareti ve bilgeliği ile Tanrı’nın lütfu olan eşleridir. Söz konusu eşlerinden biri bir ışık demeti içinde gökten inmiş, diğeri ise, bir gölün ortasındaki ağacın kovuğundan çıkmıştır. Oğuz, Tanrı’nın lütfu olan bu kızlarla evlenerek yerin ve göğün gücünü kendinde toplamıştır. Daha sonra bir toyda hükümdar ilan edildikten sonra, “güneş bayrağımız, gök-yüzü otağımızdır” diyerek, dünya hâkimiyetine işaret etmiştir. Yine Destana göre, Oğuz şöyle bir rüya görmüştür: “Bir altun yay, üç gümüş ok. Yay, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar uzanmaktadır”. Bu rüyayı yorumlayan yaşlı, tecrübeli buyruk Uluğ Türk, Oğuz Han’a “Gök-Tanrı dünyayı sana bağışladı” demiştir. Gökten bir ışık demeti halinde “gök tüylü, gök yeleli” kutsal varlık Bozkurt’un rehberliğinde dünya fütuhâtına çıkan Oğuz Han ölürken, “Gök-Tanrı’ya olan borcumu ödedim” diyerek ülkeyi oğullarına bırakmıştır. Bu inanç, daha sonra Hun, Göktürk, Uygur ve Moğol kağanlarının da hâkimiyet anlayışlarına yansımıştır. Meselâ Bilge Kağan, “…Ben Tanrıya benzer, Tanrı’da olmuş, Türk Bilge Kağan, tahta oturdum”, “Tanrı, babam kağan ile anam hâtunu tahta oturttu”, “Tanrı irade ettiği için, kut’um olduğu için kağan oldum” gibi, sözleriyle dönemin ve Türk hâkimiyet telâkkisinin kaynağını abidelere yansıtmıştır.
Büyük Hunlardan Karahanlılar dönemine kadar, İslâmdan önceki bütün Türk devletlerinde hâkimiyet “Tanrı vergisi” düşüncesine dayandırılmaktadır. Bu inanç sadece hükümdarda değil, bütün Türk halklarında da bulunmaktadır. Halkın inancına göre, Tanrı vergisi “kut”a sahip olan tahta çıkardı, görevini yapabildiği sürece orada kalır, başarılı olamadığı zaman da tahttan indirilirdi. Yâni hakan göreve lâyık olmadığından Tanrı, bağışladığı hükümranlık hakkını geri almış (kutu taplamamış) sayılırdı.
Kısaca ifade edecek olursak, İslâmdan önce Türklerin hâkimiyet anlayışları Göktürk kitabelerinde; “Kut” (=devlet), “ülüg” veya “ülüş” (=kısmet, baht), “küç” (=güç) sözcükleri ile anlatılmıştır. Tanrı, “kut” bağışı ile Türk Kağanına “hükmetme ve hükümdarlık güç ve yetkisi” yani “siyasi iktidar” sahibi yapıyor, o da “doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar içindeki bütün milleti kendisine tâbi kılıyor ve bunca milleti düzene sokuyor”, “ülüg veya üleş” bağışı ile Türk ülkesinde bolluk ve bereketi, “küç” bağışı ile de savaş yeteneğini artırıyor, “askerlerini kurt, düşmanın askerlerini koyun gibi yaparak”, zaferler kazandırıyordu.
Türk hâkimiyet anlayışı açısından Karahanlılar ve Gazneliler dönemi, eski Türk geleneğinden İslâmî geleneğe geçiş sürecini oluşturmaktadır. Bu geçiş dönemini en iyi, Yusuf Has Hacib’in yazdığı “Kutatgu Bilig” adlı siyâset-nâme yansıtmaktadır. Burada yazar hükümdâra şöyle seslenmektedir: “Ey hükümdar, bu beylik mesnedine sen isteyerek gelmedin; onu Tanrı kendi fazlı ile ihsan etti”. Kutatgu Bilig’e göre de, her şey “kut”un kontrolünde olup babadan oğula geçer ve dört temel esası vardır. Bunlar; “erdem” (=edep, fazilet), “bilig” (=bilgi), “oy” (=akıl) ve “ukuş” (=anlayış)’tur. Divan-ı Lügati’t-Türk’te de, “kut”un ancak “akıl ve bilgi” ile tutunabileceği belirtilmektedir.
Türkler Müslüman olduktan sonra da, eski devlet geleneği ile hâkimiyet anlayışlarını İslâmî geleneğe ters düşmeden sürdürmüşlerdir. Bu geçiş süreci, söz konusu Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular dönemlerinde gerçekleşmiştir. İslâm öncesindeki “kut”, “Allah’ın takdiri”ne veya “nasib”e yâni “her şey kâdir-i mutlak olan Allah’ın kontrolü ve tasarrufunda olduğu” inancına dönüşmüştür. Eski Türk devlet geleneğinde hükümranlık Oğuz Han soyuna verildiği inancıyla, İslâmî dönemde de Selçuklu, Osmanlı, Timurlu hanedanları başta olmak üzere pek çok hanedan -Cengiz Han ve Moğollar da dâhil- kendi soylarını bu asabiyet sahibi ve “kutlu” hanedana bağlamışlar, Oğuz Han’ı da İslâmî bir kişiliğe büründürmüşlerdir.
Osmanlılarda hâkimiyetin menşei, eski Türk devlet geleneğinde olduğu gibi, “Tanrı bağışı” (lütfu) olarak düşünülmüştür. Bu konuda değişik rivâyetler vardır. Bir rivâyete göre, Osman’ın Kur’an’a gösterdiği hürmetten dolayı Allah ona ve soyuna padişahlık bağışlamıştır. Menkıbeye göre Osman, Şeyh Ede Balı’nın dergâhında misafir oldu. Misafir edildiği odada bulunan Kur’an-ı Kerim’e saygısından dolayı Osman Bey, sabaha kadar uyumadı. Sabah ev sahibinin uyumadığını anlamaması için yüzü Mushaf’tan yana dönük olarak uyur gibi yaptı, bu arada uyku ağır bastı, daldı ve rüya âleminde Allah tarafından ona: “Ey Osman, mademki sen benim kelâmıma saygı ve tâzim edip izzet ve ikram eyledin, ben de seni ve senin evladını, hâleflerini, taraftarlarını dünyada ebedi muazzez, mükerrem ve muhterem kıldım” denildiğini duydu. Bu menkıbenin bir başka varyasyonunu Aşık paşazâde şöyle rivâyet etmektedir; Osman, Şeyh Ede Balı’nın dergâhında misafir oldu. Tanrı’ya yalvardı ve bir lahza ağladı. Uyku ağır bastı, yattı, uyudu ve şu rüyayı gördü:
“Bu azîzin (Ede Balı’nın) koynundan bir ay doğar, gelir, Osman Gazi’nin koynuna girer. Bu ayın Osman Gazi’nin koynuna girdiği demde göbeğinden bir ağaç çıkar, (ağacın) gölgesi dünyayı tutar, (ağacın) gölgesinin altında dağlar vardır, her dağın dibinden sular çıkar, çıkan sulardan kimi içer, kimi bahçe sular, kimi de çeşme akıtır”.
Osman Gazi rüyasını Şeyh Ede Balı’ya anlatınca, Şeyh, “Oğul Osman! Sana müjdeler olsun ki, Hak taâlâ sana ve nesline padişahlık verdi. Mübarek olsun, kızım Malhun Hatun senin helâlin oldu” deyip, kızını nikâh edip, Osman Gazi’ye vermiştir.
Her iki menkıbede de Osmanlı hâkimiyetinin kaynağı Allah’ın lütfuna dayandırılmaktadır. Yâni Allah, Osman’ın kendine hâlisâne bağlılığı ve hürmetkârlığından dolayı ona ve soyuna padişahlık lütfetmiştir. Bu telâkki daha sonra, Osman’ın soyu (nesebi) Oğuz Han’a bağlanarak (soyluluk) ve Anadolu Selçukluları’nın meşrû vârisi olduğu onayı -halîfenin menşûr göndermesi- ile (meşrûlaştırma) güçlendirilmiştir.
Hâkimiyetin kaynağı Tanrı’ya dayandırılan Osmanlılarda Mısır’daki Memluk Sultanları ile girişilen üstünlük mücadelelerinde kendilerinin Anadolu Selçukluları’nın meşru vârisi oldukları iddiasıyla, Timurlular ile de kendilerinin Oğuz Han neslinden oldukları iddialarıyla rekâbet etmişlerdir. Bu iddialardan en eskisi XIV. asırdaki Ahmedî ve Şükrullah’a ait olanlardır. Rivâyete göre, Osman’a veya babası Ertuğrul’a, beyliğin Selçuk sultanları tarafından tevcih olunduğunu veya Osman’ın son Selçuklu Sultanına hâlef seçildiğini iddia eder. Bu rivâyet, Yıldırım Bayezid devrinde Osmanlı tarihi ilk defa bir bütün halinde düşünüldüğü ve terkip edildiği zaman meydana çıkmış olup, o devirdeki Osmanlı iddialarının tesirini taşır. Yâni bunda bir taraftan Timur, öbür taraftan Memlûk Sultanları karşısında Anadolu’da Osmanlı yayılışını meşrû göstermek gayreti görülür. Esâs itibariyle bu görüş, İslâmî hilâfet ve velâyet müessesine dayanır. Otoritesini halîfeden almış sayılan Selçuklu Sultanı bu otoriteyi emâret şeklinde uç beyi Osman’a veya babası Ertuğrul’a tevcih etmiştir. Âlât-i Mulûkiyye denilen muayyen sembollerin (menşûr, bayrak, kılıç, at, davul) bağışlanması suretiyle Osman, beylik otoritesini üzerine almıştır. Bu rivâyetin başka versiyonlarında, Râşid halîfelerden Hz. Osman’ın kılıcının gönderildiği veya son Selçuk sultanının Osman’a veliaht yaptığı iddia olunur. Aynı amaca binâen, Yıldırım Bayezid’in, Balkanlarda ve Anadolu’da kazandığı zaferlerden ve sahip olduğu güçten cesaret alarak, Mısır Abbasî Halîfesi Birinci Mütevekkil’den kendisine, Anadolu Selçuklu mirâsının meşrû varisi olduğuna dâir “Sultanu’r-Rûm” unvanının verilmesini (M.1394) talep ettiği; Halîfenin de teşrif göndererek, Osmanlı hükümdarının “Sultanu’r-Rûm” unvanını almasına müsaade ettiği rivâyeti vardır.
Eski Türk hâkimiyet telakkisini aksettiren ikinci rivâyet, II. Murad’ın ilk saltanat yıllarında meydana çıkmış olan tarihî terkiplerde görülür. Buna göre, Osman Gazi, Oğuz Han’ın büyük oğlu Gün Han’ın oğlu Kayı Han soyundan gelmektedir. Soyu ise, Oğuzların birinci boyu kabul edilen Kayı olup Osman Bey, bu boyun irsî reisidir. Bu dönemde, Osman Bey’in soyunu Oğuz Han’a çıkaran bir şecere de tanzîm edilmiştir. Osman Bey’in hükümdar olmasını Yazıcı-zâde Alî şöyle rivâyet etmektedir; “Kayı’dan Ertuğrul oğlu Osman Beği Uc’daki Türk beğleri derilüb kurultay edüb Oğuz türesin sorulub han diktiler... Gün Han’ın vasiyeti Oğuz türesi mûcibince hanlık ve padişahlık Kayı soyu var iken özge boy hanlarının soyuna hanlık ve padişahlık değmez”.
İslâmın siyaset nazariyesine göre, her şeyin üzerinde hükümran olan Allah’tır. Allah hükümranlığını doğrudan doruya icrâ etmez, bu işe insanları tevkil eder. Peygamber Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştırmak için tayin ettiği elçisidir. Hükümdarlar da, Kur’an ve Peygamber’in sünnetine dayalı olarak yeryüzünde doğruyu anlatmak ve adalet dağıtmakla yükümlüdür. Yöneticilere görevlerini yaptıkları sürece itaat edilir. Zirâ itaat imanın, sulh da İslâmın özüyle mutabık haldedir. Merkezî bir otoriteye itaat olmadan devlet olmaz. Devlet, kanuna dayalı, âdil, istişarî sisteme bağlı, sosyal harp hukukuna ve eşitliğe riâyet etmeli, ayrıca şartlara göre müsamâhâlı siyasî bir teşekkül olmalıdır.
İlk İslâm Devleti, Akabe biatleri ile Mekke’de doğmuş, Hz. Peygamber’in hicretiyle (=göçüyle) Medine’de ülke unsuruna kavuşmuştur. Bu devletin ilk lider tipi, Peygamberin şahsında din (peygamberlik) ve siyaset (liderlik) birleşerek karizmatik olarak ortaya çıkarmıştır. Bu karizmatik lider, bir âyet söz konusu değilse, siyasî meselelerini istişare yoluyla ve çoğunluğun reyine göre çözmüştür.
Hz. Peygamber devrinde teşekkül eden ve Dört Halîfe devrinden sonra bir saltanat silsilesi haline gelen İslâm devlet başkanlığının devlet felsefesi, bahse konu temel prensiplere dayanmaktadır. Hükümranlık yetkisi ise, peygambere hâlef olma (=halîfe) ve “asâbiyyet sahibi yani kendi çağında diğer kavimlerden daha üstün olana mahsus olma” şeklinde uygulana gelmiştir. Peygambere hâlef olma ve İslâmın mânevî nüfuzunu temsil etme (hâdim olma) yetkileri halîfelere ilâhî (mânevî) bir görünüm kazandırmıştır. Halîfeler siyasî ve mânevî nüfuzlarını X. asra kadar korumuşlardı. Bu asırda, İslâm Devletinin sınırları Atlas Okyanusu’ndan Sind’e kadar uzanmıştı. Değişik mezhep ve kütlelere sahip Müslüman milletlerin kendi aralarındaki üstünlük mücadeleleri, Abbasîlerin siyasî nüfuzlarını sarsmıştır. Bundan sonra da Bağdat Abbasîleri, Mısır Abbasîleri ve nihayet 1517 yılı itibariyle hilâfet Osmanlılara geçmiştir.
Yavuz Sultan Selim “asabiyyet sâhibi” ve “kılıç hakkı” olarak halîfeliği Mısır Abbasîlerinden Osmanlılara transfer etmiştir. Hilâfet Müessesesinin dinî ve siyasî gücü Osmanlı Padişahının şahsında “sultanlık” olarak yeni bir görünüm kazanmıştır. Osmanlı Padişahı bu yeni unvan ile dinî bir misyon da üstlendi. Yâni I. Selim’den (1517) itibâren Osmanlı Padişahları, Peygamber'in vekilî, nâibi, hâlefi sıfatıyla bütün Müslümanların mânevî reisi, metbu’u bulunması neticesi olarak, "halîfe" unvanına hâiz ve mukaddes bir şahsiyet olarak yeni bir görünüm kazanmıştır.
Osmanlı öncesi diğer hâkimiyet anlayışları, Türklere iki yolla girmiştir. Bunlar yaşadıkları coğrafyadaki komşuları ve kabul ettikleri dinler yoluyladır. Çin, Hint, İran ve Roma gelenekleri bu meyanda zikredilebilir. Çin ile etkileşim aynı coğrafyada yaşamaları dolayısıyladır. Bu iki millet arasındaki siyasî, sosyal ve iktisadî ilişkiler hâkimiyet anlayışlarına da yansımış olmalıdır. Türk kağanlarının daha Büyük Hunlar döneminden itibâren Çinli prenseslerle evlendikleri de bilinmektedir. Çinlilerdeki “Gökün oğlu” ile Türklerdeki “Tanrı-kut”u, Ortadoğu’daki “rahip-kral” ve “tanrı-kral” anlayışıyla “zı’llullahî fi’l-arz”ı yâni ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ anlayışını söz konusu ilişkilerde aramak gerekmektedir. İslâmiyet, Arap coğrafyasının dışına çıktıktan sonra, Ortadoğu’da Hıristiyan Roma ve Zerdüşt İran kültürleriyle karşılaşmıştı. Bu iki kültür Emevî ve Abbasîler döneminde, İslâmî hâkimiyet anlayışına yansımış, daha sonra da Türklere geçmiştir. Değişik zaman ve coğrafyalarda İslâmın siyasî geleneğine etkide bulunan veya başka uygarlıkların etkilerini üzerinde taşıyan Kelile ve Dimme (eski Hind Pançatanra’sının İslâmî versiyonu), Kabûsnâme, Siyasetnâme, Kutatgu Bilig ve el-Ahkâmu’s-Sultâniyye gibi, Hind, İran, Türk ve Arap kökenli zengin bir siyaset literatürü ortaya çıkmıştır”.
Osmanlılara, Roma ve İran devlet gelenekleri, ya İslâmî gelenek yoluyla veya Selçuklu devlet geleneği yoluyla geçmiştir. Bizans geleneğinde ise, durum daha farklıdır. Osmanlı Devleti, Bizans coğrafyasında kurulmuş, Bizans şehirlerini merkez edinmiş, gerçek kuruluşunu Bizans’ın başkentinde tamamlamıştır. Aynı coğrafyada varlığını birlikte sürdüren kurumların, kültürlerin yüz elli yılda birbirlerini etkilememesi imkânsız gibidir. Söz konusu dönemdeki siyasî ve sosyal ilişkiler etkileşimlere ortam hazırlamıştır. Öyle ki, Osmanlı Devleti’nde; “tımar rejiminin yapılanmasında, saray teşkilâtının kuruluşunda, ...iktidâr ve hâkimiyet anlayışında, ulemânın merkeze bağlı dinî bir bürokrasi modeline göre teşkilâta tâbi tutularak onlar kanalıyla dinin bütünüyle merkezî yönetiminin kontrolüne alınmasında ...” “Belki daha da önemlisi, Fatih Sultan Mehmed’in şahsında tipik örneğini bulan ve Kanunî Sultan Süleyman’la zirvesine ulaşan klasik ‘Osmanlı padişahı’ tipinin oluşmasında, Bizans’ın imperium (bölünmez mutlak otorite) anlayışının rolünü” dikkate almamak mümkün değildir.
SONUÇ
Halil İnalcık, Fatih’in “cihânşümûl hâkimiyet fikri”nin menşe’ini “Türk-Moğol hakanlık, İslâmî hilâfet ve Roma imparatorluk fikrine” dayandırmaktadır. O’na göre Fatih, İslâm, Türk ve Roma cihanşümûl hâkimiyet geleneklerini kendi şahsında birleştirmiştir. Nihâyet, Fatih’in kendisini Roma’nın yegâne ve hakikî vârisi saydığı, Roma imparatorluk fikrini anlamak için, İtalyan nedîmelerine Roma tarihlerini okuttuğu bilinmektedir.
Sayın Prof. Dr. Mustafa Alkan'a katılımlarından dolayı Prof.Dr. Nurullah Çetin tarafından bir “Teşekkür Belgesi” takdim edildi.
Etkinliğin ikinci yarısını oluşturan Şiir Dinletisi Mahir Ünat tarafından gerçekleştirildi.
Halil Yazanel, Murat Duman, İsmail Aydın, İbrahim Atasoy, Aşık Bayrami, Hanifi Işık, Hüseyin Ünlü, Songül Dündar, Ozan Sevdâi, Orhan Vergili, Fevzi Daşkın, Mehmet Sevinç Ergun, Seyfettin Çoban, Musa Ay, Niyazi Bali, Durak Turan Düz, Nedime Tatar Sivaslıoğlu, Hatun Tulin Şener, İbrahim Yaman, Ozan Behram Aktemur, Sadık Kılıç, Hayrettin Gültekin, Fevzi Gökalp, Tuncer Ulusoy, Arife Aslan, Ahmet Oruk, Münür Atalay, Zeki Akdoğan, Cahit Karaç, Nevzat Taşkıran, Hacı Yiğit, Aida Zeynelova ve Ali Kahraman'da etkinliğe katılan isimler arasındaydı.
TÜRKİYE İLİM ve EDEBİYAT ESERİ SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ
İLESAM GENEL MERKEZİ
Adres
:
İzmir 1.Cad. No: 33/16 Aydın Apartmanı, Kat:4 Kızılay / ANKARA
Tel
0 312 419 49 38
Faks
0 312 419 49 39
Web
www.ilesam.org.tr
E-Posta
Adınız Soyadınız
Girilecek rakam : 442933
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.